Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde… Oğuz ilinin masalları bol, güzellikleri çok zamanlarındayken; soylu hikâyelerin gölgesinden gün ışığına çıkan, asırlardır adı dillerde dolaşan Dede Korkut vardı. Dede Korkut ki bilge sözlü, tatlı dilli, ozan sazlı bir kâmil insandı. Kim derdi ki onun öğütleri, kahramanlık öyküleri, şimdiki zamanın binaları göğe uzanan şehirlerinde yeniden yankılanacaktı? Dede Korkut göçüp gitmişti ama sözleri, nasihatleri gök kubbenin altında hep var olacaktı.
İşte bu hikâyemiz, eskilerin efsanelerini, yeninin dünyasına taşıyan bir yolculuktan ibarettir. Bu yolculukta, Dede Korkut’un esintisiyle dolu bir maceraya kulak vereceksiniz. İçinde öğüt var, iyilik var, dostluk var… Üstüne bir de azim var. Haydi gelin, kulak verin bu yeni zaman masalına:
BİRİNCİ BÖLÜM: YENİ DÜNYANIN YENİ ÇOCUKLARI
Uçsuz bucaksız Oğuz topraklarının üzerinden yüz yıllar geçmiş, o geniş bozkırların yerini modern şehirler, apartmanlar, köprüler ve yollar almıştı. İnsanlar artık atlara değil, motorlu araçlara biniyor, uzak diyarlarla iletişimi telefonla, internetle sağlıyorlardı. Yine de, gönüllerin bir köşesinde eski zaman masalları hâlâ yaşar, nenelerin-dedelerin anlatılarıyla ruhları beslerdi.
İşte bu yeni zamanda, Dede Korkut öyküleriyle büyümüş bir aile vardı. Bu ailenin soyadı, ataları çok eskilerden Oğuz boylarına dayanan bir aileydi. Ailenin büyük dedesi, çocuklarına ve torunlarına “Korkutname” okuyup onların gönlüne cesaret ve iyilik tohumu serperdi. Gün geldi, devran döndü, nesiller değişti. Fakat bu miras asla kaybolmadı.
Bu ailenin kızı on iki yaşındaki Ceylan, okulunda başarılı, neşeli, hayal gücü geniş bir çocuktu. Erkek kardeşi, on yaşındaki Tunç ise maceraperest, meraklı ve her daim keşfetmeye hazır bir karaktere sahipti. İki kardeş, birçok ortak özelliğe sahip olsa da zaman zaman ufak tefek tartışmalar da yaşarlardı. Ancak ikisi de “eski zaman hikâyeleri” dendi mi, kulak kesilir, gözleri ışıldardı.
İşte bu iki kardeş, bir gün okuldan geldiklerinde evin büyük salonunda toplanmış aile büyüklerinin konuşmalarına şahit oldular. Anneanneleri elinde çok eski bir defter tutuyor, yavaşça sararmış sayfaları çeviriyordu. Defterin sayfalarına baktıkça yüzündeki ifade ciddileşiyor, gözleri bir bilinmeze doğru dalıp gidiyordu.
“Anneanne, o ne defteri? Niye bu kadar eski?” diye sordu Ceylan.
Büyükanneleri derin bir nefes alıp defteri gösterdi.
“Bu, ailenin geçmişine, köklerine ait. İçinde hem Dede Korkut’tan kalma bazı nasihatler hem de çok uzun zamandır bilinmeyen bir sır var,” dedi.
Ceylan ve Tunç, büyük bir merakla defterin sayfalarına bakmak istediler ama anneanneleri, “Biraz sabredin,” diye cevap verdi. “Hepsinin zamanı gelecek.”
Akşam olup, aile yemeği bitince, çocuklar anneannelerinin yanına sokuldu, gözlerinde merak parıltısı vardı.
“Anneanne, şu defteri bize anlatır mısın? İçinde ne yazıyor?”
“Evet, lütfen anneanne,” diye ekledi Tunç. “Biz de öğrenmek istiyoruz!”
Büyükanneleri gülümsedi, “İyi, anlatayım ama önce söz verin,” dedi. “Okulda ve günlük hayatınızda sorumluluklarınızı aksatmayacaksınız. Bu defterin sırrı büyük, ama siz de bu sırrı taşıyacak cesarete ve akla sahip olmalısınız. Dede Korkut’un hikâyelerini okuyan, onun tavsiyelerini dinleyen yüreklersiniz. O yüzden, emanete ihanet etmeden bu defterle ilgili gerçeği arayacağınıza söz verin.”
Ceylan ve Tunç hiç düşünmeden kabul etti. İkisi de gözlerini anneannelerine diktiklerinde, anneanneleri yumuşak ses tonuyla anlatmaya başladı:
“Bu defter, ailemize Dede Korkut’un neslinden kalma. İçinde pek çok öğüt var. Ama öyle bir sırrı var ki, kim çözerse ona büyük bir hediye sunulacak. Zamanında, bizim atalarımız bu sırrı çözmek için uğraşmış ama yarıda bırakmak zorunda kalmışlar. Şimdiye kadar kimse tam olarak amacına ulaşamadı. Defterin ortalarına doğru, sayfalarda garip semboller var. Bu sembollerin bir harita olduğuna dair rivayetler dolaşıyor. Kimileri bu haritanın gerçek dünyada bir defineye, kimileriyse manevi bir hazineye işaret ettiğini söylüyor.”
Anneanneleri, sözlerini bitirirken gözleri kısıldı ve defterin ortalarındaki sayfayı açtı. Rengârenk çizgiler, şekiller ve eski Türkçe ile yazılmış mısralar sayfayı süslüyordu. Ceylan’ın yüreği kıpır kıpır, Tunç’un ise kalbi maceranın heyecanıyla atmaya başladı.
“Bu sayfada,” diye fısıldadı anneanneleri, “Dede Korkut’un bize bıraktığı bir işaret var. Onu okuyabilmek, çözebilmek için biraz araştırma yapmak gerekiyor.”
Aile büyükleri sohbete katıldı, herkes bu gizemli haritayı ve sayfayı konuşmaya başladı. Aralarında, dedeleri, babaanneleri, amcaları, teyzeleri de vardı. Sonunda karar kılındı: “Bu macerayı en çok hak eden, çocukların saf yüreğidir,” dediler. “Ceylan ve Tunç, bu sırrı çözmek ister misiniz? Hazır mısınız?”
İki kardeş, hiç tereddüt etmeden kabul ettiler. Böylece büyük hikâye başlamış oldu.
İKİNCİ BÖLÜM: DEDE KORKUT’UN SÖZÜNÜ DİNLEMEK
Ertesi sabah, Ceylan ve Tunç erken uyandılar. Hafta sonu olduğu için okulları yoktu; ama önlerinde çok önemli bir görev duruyordu: Defterdeki sembolleri, şiirleri ve eski Türkçe yazıları incelemek, ipuçlarını birleştirmek…
Dede Korkut hikâyelerinde olduğu gibi, bir kahramanlık yolculuğu başlıyordu. Ancak bu sefer uçsuz bucaksız bozkırlarda at koşturmak yerine, modern şehrin sokaklarında ve kütüphanelerinde iz sürmek, bilgisayar araştırmaları yapmak gerekecekti. Yine de özünde aynı duygu yatıyordu: Cesaret, iyilik ve azim.
Ceylan ile Tunç, defterin orta sayfasına daha dikkatli baktıklarında şunları fark ettiler: Sayfanın tam ortasında, Oğuz boyunu simgeleyen bir damga benzeri şekil çizilmişti. Bu şeklin çevresinde yedi küçük daire ve her dairenin içinde Osmanlıca harfler bulunuyordu. Ayrıca, sayfanın kenarlarında yukarıdan aşağıya doğru inen minik motifler mevcuttu. Motifler yakından bakıldığında, birbirine sarmaş dolaş olmuş, çiçek ve yaprak desenleriyle süslü ejderha benzeri figürleri andırıyordu.
En alt kısımda ise silik birkaç mısra okunabiliyordu:
“Evvel zamanın sırrı, bugünle birleşe
İyilik gömüsüne varana kadar peşinde koşar kişi
Korkut Ata’nın sözü ölmez, dilden dile yürür
Kalp saf kalırsa, hazine gönülde görünür.”
Tunç, mısraları seslice okudu. Ceylan, “Bunlar bir bilmece gibi,” diye mırıldandı. “Bu ‘iyilik gömüsü’ ne acaba?” diye sordu. “Somut bir define mi, yoksa manevi bir hazine mi?” Tunç omuz silkti. “Bilinmez,” dedi. “Ama öğreneceğiz!”
Anneanneleri, onlara “Belki bir yerden başlamak istersiniz,” diye ipucu verdi. “Dede Korkut hikâyelerinin anlatıldığı eski el yazmaları, şehirdeki büyük kütüphanede bulunur. Oraya gidip bakmak, uzmanlara danışmak faydalı olabilir. Bir de tabii ki teknolojiyi de kullanın; internet de size yardımcı olabilir.”
İki kardeş hiç vakit kaybetmeden hazırlanıp yola koyuldular. Aileleri de bu macerada onlara destek olacak, ancak önceliği çocuklara bırakacaktı. Böylece hem kendileri yeni şeyler öğrenip gelişecek, hem de Dede Korkut’un mirasını çocuk gözleriyle, temiz yürekleriyle çözmeye çalışacaklardı.
Yola çıkmadan önce, Ceylan kapı eşiğinde durup bir an duraksadı, “Ağabey,” dedi Tunç’a, “Acaba hangi tehlikelerle karşılaşabiliriz?” Çünkü Dede Korkut hikâyelerinde de kahramanlar, karşılarına çıkan zorlukları aşarak büyürlerdi. Tunç da gülümseyerek cevap verdi: “Ne olursa olsun, birlikteyiz. Cesaretimiz var, iyiliği rehber edineceğiz. Bence başarırız!”
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM: KÜTÜPHANEDEKİ İZLER
Şehrin en büyük kütüphanesine vardıklarında, yüksek tavanlı salonları, sütunlu giriş kapısı ve duvarlardaki kitap raflarıyla karşılaştılar. Işığın bol olduğu geniş bir okuma salonu, sessizce kitaplara gömülmüş insanlarla doluydu. Ceylan, kütüphanedeki ortamı çok seviyordu. Ona göre her raf, binlerce hikâyeye, maceraya, bilgiye açılan bir kapıydı.
En üst kattaki eski yazma eserler bölümüne çıktılar. Burada tarihçiler, araştırmacılar ve az sayıda meraklı ziyaretçi bulunurdu. Rafların arasında dolaşıp görevliye, “Merhaba, Dede Korkut hikâyelerine dair eski kayıtlara bakmak istiyoruz,” dediler. Görevli gülümsedi. “Çocuklar, öyle mi? Gelin bakın, şu tarafta el yazmaları var. Ama elinize almadan önce eldiven giymelisiniz, ayrıca sayfalar çok nazik. Size yardım edeyim,” dedi.
Görevli onlara, deri kaplı, sararmış yapraklı, bazı kenarları yıpranmış birkaç cilt gösterdi. Ceylan ve Tunç heyecanla sayfaları incelemeye başladılar. Dede Korkut hikâyeleri, eskilerin efsaneleri, Oğuz boyu kültürü… Hepsi sayfaların arasında gizlenmişti. Bir saatten fazla bir süre göz gezdirdiler, notlar aldılar, telefonlarıyla fotoğraf çektiler. Fakat aradıkları ipucuna henüz rastlamadılar.
Derken, Tunç gözlerini bir sayfaya kilitledi. Sayfada, Dede Korkut’un bir sözünü buldu:
“Benim sözlerim, gelecek vakitte de yol göstere.
Arayan, sorsun kalbinde ve kitaplardaki işarete.”
Bu söz, onlara defterdeki sembolü hatırlattı. Tunç, “Acaba kütüphanede başka bir kaynak daha var mıdır?” diye sordu. Görevli omuz silkti, “Çok metin var. Belki dijital arşivimizde de arama yapmalısınız,” dedi. Böylece, kütüphanenin bilgisayar terminaline geçtiler. Sistem üzerinden “Dede Korkut,” “simgeler,” “haritalar,” “define,” “iyilik gömüsü” gibi kelimelerle arama yaptılar. Birkaç sonuç çıktı ama hiçbiri tam olarak işlerine yaramıyordu.
Tam ümidi kesmek üzereydiler ki, ekranda bir başlık parladı: “Dede Korkut’tan Esinlenen Gizemli Yazma ve Farklı Damgalar”. Bu, yakın zamanda bir araştırmacının makalesine atıfta bulunuyordu. Makale, şehirdeki bir sanat galerisiyle ilgiliydi ve orada bulunan eski bir minyatürün üzerindeki damgaların Dede Korkut hikâyelerindeki bazı motiflerle benzerlik gösterdiği anlatılıyordu.
Ceylan, “Sanat galerisine gidelim!” diye coşkuyla bağırdı. Tunç, “Kesinlikle! O minyatürü yakından görmemiz gerek!” dedi. Böylece, kütüphaneden çıkıp sanat galerisine gitmek üzere yola koyuldular. İçlerinde bir his vardı: Belki orada defterdeki damga ile ilgili daha somut bir ipucuna rastlayacaklardı.
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM: SANAT GALERİSİNDEKİ SIR
Modern bir sanat galerisi, genellikle yeni ressamların tablolarını, heykellerini sergilerdi. Fakat bu galerinin bir köşesinde, tarihi ve geleneksel eserlere de yer verilmişti. Ceylan ve Tunç galerinin içine girdiğinde, geniş koridorlardan ilerleyip, tavandan sarkan şık lambaların aydınlattığı bölümde bir görevliyle karşılaştılar.
“Merhaba,” dediler nefes nefese, “Burada Dede Korkut’la ilgili bir minyatür varmış. Onu görmeye geldik.”
Görevli, “Hoş geldiniz,” dedi. “Evet, içeride, özel bir bölmede sergileniyor. Ancak bu bölüm sadece uzmanlara ve araştırma amaçlı başvuranlara açıktır. Sizi bu konuda yönlendireyim,” diyerek Ceylan ve Tunç’u bir başka salona götürdü. Salonun ortasında cam bir vitrin vardı. Vitrinin içinde, oldukça eski bir kâğıt bulunuyordu: üzerine minyatür resmedilmiş, yan tarafında da eski harfler işlenmiş bir metin. Koruma altındaki eserin yanında bir görevli duruyor, ziyaretçileri yönlendiriyordu.
Ceylan ve Tunç, hayranlıkla minyatüre baktılar. Minyatürde, bir çadır, çadırın etrafında atlar, ortada yaşlı bir bilge ve etrafında toplanmış insanlar görülüyordu. Bilgenin elinde bir saz vardı. Bu, tipik bir “Dede Korkut” tasviriydi. Ancak asıl dikkat çekici olan, minyatürün sağ üst köşesinde yer alan yuvarlak bir damgaydı. Bu damga, haritanın ortasında bulunan o şekle benziyordu!
Tunç heyecanla fısıldadı: “Abla! Bak! Aynı damga!” Ceylan da onaylarcasına başını salladı. “Evet! Kesinlikle aynı!”
Görevli, çocukların heyecanını görünce meraklandı. “Siz ne biliyorsunuz bu damgayla ilgili?” diye sordu. Ceylan, “Ailemizden kalan bir defterde, bu damgaya benzer bir şekil var,” deyince görevlinin yüz ifadesi ciddi bir hâl aldı.
“Bu minyatürün üzerinde çalışan araştırmacı bir hocamız var. Kendisi üniversitede öğretim üyesi. Belki onunla görüşmek istersiniz. O, Dede Korkut hikâyelerindeki semboller üzerine çalışma yapıyor.”
Ceylan ve Tunç, sevinçle “Tabii ki!” dediler. Görevli, araştırmacı hocanın iletişim bilgilerini verdi. İki kardeş, hızla binadan ayrılıp eve döndüler ve o hocayla iletişime geçmek üzere bilgisayarı açtılar. Her şey, Dede Korkut’un izinden gittiklerini gösteriyordu. İkisi de içten içe hissediyordu ki bu yolculuk, sadece dış dünyada değil, aynı zamanda yüreklerinde de bir serüven olacaktı.
BEŞİNCİ BÖLÜM: ARAYIŞTAKİ TUTKU VE DOSTLUK
Eve geldiklerinde, anneanneleri onları karşıladı. Sıcacık bir çorba ve taze ekmek kokusu etrafa yayılıyordu. Yemek sırasında heyecanla gün içinde yaşadıklarını anlattılar. Defterdeki damga, sanat galerisindeki minyatür, araştırmacı hoca… Hepsi birbirine bağlı bir yapbozun parçaları gibi görünüyordu. Anneanneleri, “Bakın size ne diyeceğim,” dedi. “Dede Korkut hikâyelerinde, kahramanların yanında genellikle yoldaşları, dostları olur. Sizin de böyle dostlara, belki de biraz yardıma ihtiyacınız vardır. Tek başınıza aşamayacağınız engeller olabilir.”
Ceylan, biraz düşünerek “Benim en yakın arkadaşım Duru var, tarih ve efsanelerle çok ilgilenir. Tunç’un da Murat adında bir arkadaşı var, matematiğe ve bulmacalara bayılır,” dedi. Tunç da başıyla onayladı. “Evet, Murat’ın bulmacalarla arası çok iyidir. Bu sembolleri çözmemize yardımcı olabilir.”
Anneanneleri gülümsedi. “O hâlde onları da dahil edin. Bilgi paylaşıldıkça çoğalır, gücünüz artar. Ama tabii ki aile yadigârı defterin değerini de onlara anlatın. Sırrı saklamayı ihmal etmeyin.”
Ertesi gün, Ceylan ile Tunç, arkadaşları Duru ve Murat’ı eve davet ettiler. Defteri birlikte incelediler, sanat galerisindeki damganın fotoğrafını gösterdiler. Murat, “Bu damgayı dijital ortamda yeniden çizebiliriz. Üzerinde analiz yaparız, belki geometrik bir şifre çıkabilir,” dedi. Duru ise “Bu eski Türkçe mısralara da birlikte bakalım. Benim babamın evde Osmanlıca sözlükleri var, yardım alabiliriz,” diye ekledi.
Böylece, dört arkadaş bir masa etrafında toplandılar. Bilgisayar, defter, not kâğıtları, birkaç sözlük… Hepsi bir arada hummalı bir çalışma yürütmeye başladılar. Ceylan, sayfanın fotoğrafını bilgisayara aktardı. Murat, grafiği büyüttü, damganın detaylarını inceledi. Çizgilerin sayısını, kesişim noktalarını, dairelerin düzenini analiz etti. Belli ki orada rastgele çizilmiş gibi görünen ama gerçekte gizli bir düzen barındıran şekiller vardı.
Saatlerce uğraştılar, bazen ipuçlarını kaybedip çıkmaza girdiler, bazen minik keşifler yaptılar. Ortaya çıkan küçük bir bilgi, heyecanlarını artırıyor, adeta büyük bir define haritasının parçasını bulmuş gibi hissetmelerini sağlıyordu. En sonunda, Murat renkleri değiştirerek şeklin alt katmanlarını inceleyebildi. Gözle görülmeyen, çizgilerin arkasında kalmış ince, silik bir yazı çıktı. Bu yazı eski harflerle “YOL GÖSTEREN MEŞALE” diye okunuyordu.
“Yol gösteren meşale de ne demek?” diye sordu Tunç.
“Belki de bir sembol,” dedi Duru. “Efsanelerde bazen meşale, ışık, aydınlanma anlamına gelir. Belki de bir yerin adı, ya da bir motif. Ama neresidir bu ‘yol gösteren meşale’?”
Bu soru cevap bekliyordu. Dede Korkut hikâyelerinde meşale veya ateş sembolü, genellikle bir yolun başlangıcını veya aydınlanmayı temsil ederdi. Duru, “Şehirde Meşale Parkı diye bir yer var, hatırlıyor musunuz?” diye öneride bulundu. Tunç anında atıldı: “Evet, şehrin kuzey tarafında büyük bir park var. İçinde kocaman bir meşale anıtı var. Orası olabilir mi?” Bu fikir hepsine mantıklı geldi. Gidip orada bakınmaya, belki de yeni ipuçları aramaya karar verdiler.
ALTINCI BÖLÜM: MEŞALE PARKI’NDAKİ MACERA
Bir sonraki hafta sonu, hava güneşli ve sıcaktı. Dört arkadaş sabah erkenden buluştu. Yanlarına küçük bir çanta, su, atıştırmalıklar ve tabii ki aile yadigârı defterin fotokopilerini almışlardı (Orijinal defteri korumak için evde bırakmışlardı; anneanneleri öyle tembihlemişti).
Meşale Parkı, geniş yeşillikleriyle, çiçek tarhlarıyla, ağaçlarla dolu yemyeşil bir alandı. Girişte, ince uzun bir sütun üzerindeki tunç meşale heykeli parıldıyordu. Parkın içine girince, sağlı sollu yürüyüş yolları, banklar, çocuk oyun alanları ve kuş cıvıltıları arasında dolaştılar. Dört bir yanlılarına bakıyor, defterin sembolünde geçen ipuçlarıyla parkın yapısını eşleştirmeye çalışıyorlardı.
Murat haritayı incelerken, “Bakın, şu meşale heykelinin tabanında yazılar var,” diye işaret etti. Duru, yaklaştıklarında yazının bir kısmını okuyabildi: “Özgürlüğün ve aydınlığın sembolü…” Tipik bir anıt sözüydü. Ancak defterdeki “Yol gösteren meşale” ifadesiyle tam anlamıyla eşleşiyor muydu, emin olamadılar.
Ceylan, “Dede Korkut hikâyelerinde sık sık ‘Doğru yoldan şaşma, hak sözden vazgeçme’ mesajı verilir. Belki bu parkın içinde, bu öğüde işaret eden, gizli bir köşe vardır,” dedi. Tunç, “Etrafta dolaşalım. Kapalı alanı da var mıydı bu parkın?” diye baktı. Gerçekten, parkın içinde küçük bir sanat evi, bir de eski bir köşk bulunuyordu. “O köşke bakalım, belki ordadır.”
Köşke yaklaştıklarında, küçük bir tabela gördüler: “Kültürel Miras Evi.” Ziyaretçilere açık, içindeki eşyalar ve minik sergilerle bir nevi müze gibi düzenlenmiş bir yerdi. Dört arkadaş merakla içeri girip oradaki eşyaları incelemeye başladı. Duvarlarda eski fotoğraflar, vitrinlerde tarihi objeler, köşelerde geleneksel kıyafetler sergileniyordu. Tunç, “Acaba buradaki objelerden biri bize ipucu verebilir mi?” diye etrafa bakarken, Duru bir köşedeki oymalı bir sandığı fark etti.
Sandığın üzerinde bir motif vardı: İç içe geçen daireler ve aralarında yıldız şekilleri. Motif, defterdeki damgayı andırıyordu. Ceylan hemen fotoğrafları karşılaştırdı. Tam olarak aynı değildi ama benzer bir düzen göze çarpıyordu. Sandığın yanında bir açıklama metni yer alıyordu: “Geleneksel Oğuz boyu desenli sandık, 18. yüzyıldan kalma. Üzerindeki motif, aile yadigârlarını saklamak için kullanılmıştır.”
Murat, “Acaba bu sandığın anahtarı var mı?” diye sordu. Görevliye danıştılar. Görevli, sandığın kilitli olduğunu ve sergilenen bir obje olduğu için açılmadığını söyledi. “Ancak, isterseniz sandıkla ilgili arşivdeki bilgilere bakabilirsiniz,” diye ekledi. Onları küçük bir odaya yönlendirdi. Burada tablet bilgisayarlar aracılığıyla sergideki eşyaların tarihçesini inceleyebiliyorlardı.
Ceylan ve Tunç, sandık hakkındaki bilgilere baktıklarında, “Bu sandık, eskiden bir köy odasında saklanırmış, içerisinde aileye ait değerli belgeler olduğu sanılıyor,” diye bir not gördüler. Daha fazla ayrıntı yoktu. Duru, “Belki de sadece bizi buraya getirmek için bir işaretti. Ama büyük sırrı taşımıyor olabilir,” dedi hafif hayal kırıklığıyla.
Tam çıkmak üzereyken, bir çocuk sesi duydular: “Hey, siz de mi define arıyorsunuz?” Dört arkadaş, sesin geldiği yöne döndü. Karşılarında, kendilerinden biraz daha büyük, 13-14 yaşlarında görünen bir çocuk duruyordu. Kulağında kulaklık, omzunda sırt çantası vardı. Meraklı gözlerle onlara bakıyordu.
Tunç sordu: “Sen de mi define arıyorsun? Ne definesi?”
Çocuk gülümsedi, “Herkes konuşuyor. Dede Korkut define hikâyesi diye bir şey duydum. Geçen gün birileri burada eski haritalar inceliyordu. Belki siz de aynı şeyi arıyorsunuzdur.”
Ceylan, “Evet, biz bir aile mirası peşindeyiz ama bu olayı çok kimsenin duymasını istemiyoruz. Sen kimsin?” diye sordu. Çocuk, “Benim adım Oğuz,” diye tanıttı kendini. “Tarih meraklısıyım. Belki ben de yardımcı olabilirim.” Dört arkadaş, biraz tedirgin olsa da çocuğun samimi duruşunu gördükleri için ona çok az bir şey anlattılar. Oğuz, “Bence bakmanız gereken yer burası değil, parkın arka tarafındaki gizli bahçe olabilir,” dedi. “O bahçede eski taşlar, kitabeler var. Ben bir kere baktım ama okuyamadım. Osmanlıca veya daha eski bir yazı olabilir.”
Dört arkadaş birbiriyle bakıştı. Bu duyum ilgilerini çekti. “Haydi gidelim!” dediler. Oğuz önde, diğerleri arkada, parkın daha az bilinen bir köşesine ilerlediler. Ağaçların arasında patika bir yol uzanıyor, patikanın sonunda ise etrafı fundalıklarla çevrili, taş zeminli bir alan görülüyordu. Burada, sanki kimse uğramıyormuş gibi sakin ve tenha bir hava hâkimdi. Gerçekten de ortada birkaç taş kitabe duruyor, üzerleri yosunlarla kaplı görünüyordu.
Yaklaşıp taşları temizlediler, üzerindeki yazılara göz attılar. Ceylan, “Bu harfler, eski Türkçe ama benim bildiğim kadarıyla tam okumak zor,” dedi. Duru, telefonuyla fotoğraf çekti, büyüttü, anlamlandırmaya çalıştı. Tunç, “Belki de hani o Dede Korkut mısraları gibi bir şey yazar burada,” dedi. Oğuz ise, “Bunlar sanki mezar taşı gibi ama bir mezarlığa benzemiyor. Belki de anıtta kullanılan hat yazılarıdır,” diye yorum yaptı.
Bir taşın üzerindeki yazı oldukça silik olsa da seçebildikleri kısım şu idi: “Korkut Ata(…) ilk adımlar(…) ruhunun aydınlığı(…) yol…” Tam olarak okuması zor olduğu için eksik kalıyordu. Yine de “Korkut Ata” ifadesi gayet net görülüyordu. Bu alanın Dede Korkut’un hikâyeleriyle bir bağlantısı olduğu kesin gibiydi.
Ancak tam da burada, hava aniden kapadı. Kara bulutlar gökyüzünü sardı, rüzgâr hızlandı. Bir fırtına mı yaklaşıyordu ne? Çocuklar birbirine baktı. Tunç, “Hava durumu böyle demiyordu, ne iş?” diye şaşkınlığını dile getirdi. Oğuz, “Belki de kader böyle istedi. Hadi, kısa bir süre daha bakalım, sonra dönelim,” dedi. Ama rüzgâr iyice şiddetlendi, ağaçlar sallanıyor, yapraklar savruluyordu. “Galiba şimdi dönmemiz gerek,” diye mırıldandı Ceylan. Böylece hepsi apar topar parkın çıkışına koştular.
YEDİNCİ BÖLÜM: ZORLUKLARIN ORTASINDA DOĞAN UMUT
Eve döndüklerinde sırılsıklam olmuşlardı. Yağmur bir anda boşanmış, üzerlerini başlarını su içinde bırakmıştı. Anneanneleri kapıda onlara telaşla baktı, “Neler oldu size böyle? Girmeden şu ıslak kıyafetlerinizi çıkarın!” diye tembihledi. Dört arkadaş mahcup mahcup içeri süzüldüler. Oğuz da onlarla gelmişti. Çünkü dışarıda sığınacak bir yeri yoktu, eve kadar birlikte koşturmuşlardı.
Sıcacık çaylar ve kurabiyeler eşliğinde üstlerini değiştirdiler, ısındılar. Ceylan, anneannesine parkta yaşadıklarını kısaca anlattı. Taş kitabelerde “Korkut Ata” adının geçmesi, meşale anıtı, sanat galerisindeki minyatür… Bütün bu ipuçları birbirinin üstüne biniyor, ama puzzle’ın son resmi hâlâ tamamlanamıyordu.
Anneanneleri bir şeyler düşündü, sonra yavaşça dedi ki: “Çocuklar, Dede Korkut hikâyelerinde en önemli mesajlardan biri, sabır ve azimdir. Bu yolda karşınıza zor hava koşulları, tehlikeler, bilinmezlikler çıkar. Ama asla vazgeçmeyen, dosdoğru yürüyen kahraman, sonunda muradına erer. Şimdi sizin de yapmanız gereken, sabırla yeni ipuçlarını beklemek.”
Oğuz, “Ben de elimden geleni yaparım,” diye ekledi. “Yarın kütüphanede daha detaylı araştırma yapabilirim. Belki şu taş kitabelerle ilgili bir kayıt, arşivde bulunuyordur.” Duru, “Ben babamın sözlüklerine tekrar bakacağım. Şu silik yazıları deşifre etmeye çalışırım,” dedi. Murat da, “Damga analizine devam ederim. Belki bilgisayarda farklı renk filtreleriyle başka gizli yazılar bulabilirim,” diye atıldı.
Ceylan ve Tunç birbirlerine baktılar. Bu zorluğu tek başlarına aşmaya kalksalardı, belki de epey zorlanacaklardı. Ama şimdi yanlarında dostları vardı. Tıpkı Dede Korkut hikâyelerindeki kahramanların yanında yoldaşları olduğu gibi. Birlik olmanın gücüyle, bu macerayı sürdüreceklerdi.
SEKİZİNCİ BÖLÜM: SIR PERDESİ ARALANIYOR
Ertesi gün Ceylan ve Tunç, okul çıkışı anneannelerinin yanına koştular. Çünkü anneanneleri telefonda, “Evladım, çok önemli bir haberim var,” demişti. Kapıdan girdiklerinde, anneanneleri heyecanla karşıladı: “Az önce o araştırmacı hoca aradı, hani sanat galerisindeki minyatürü çalışan öğretim üyesi. Bu akşam müsaitmiş, isterseniz görüntülü olarak görüşebiliriz,” dedi. Çocukların gözleri parladı, hemen o görüşmeyi ayarladılar.
Bilgisayar ekranında, orta yaşlı, güler yüzlü bir hoca belirdi. İsmi Prof. Dr. Selim Eren idi. Onları selamladı, “Merhaba çocuklar. Sanat galerisindeki görevliden duydum, bir aile yadigârı defteriniz varmış ve damga çok ilgimi çekti,” dedi. Ceylan defterdeki sembollerin ve mısraların fotoğraflarını paylaştı. Hoca dikkatle inceledi, gözlüğünün üzerinden bakıp, “İlginç… Bu damga, Dede Korkut anlatılarındaki ‘Oğuz boylarının birleşme noktasını’ simgeleyen bir motif olabilir. Minyatürde gördüğümüz damgaya çok benziyor,” dedi.
“Peki, bunu nasıl çözeriz?” diye sordu Tunç.
“Yakından bakmam lazım,” dedi hoca, “Ama şu notu da eklemek isterim: Dede Korkut hikâyelerinde iyilik, dürüstlük, sabır gibi erdemlerin sonunda bir ödül olduğu vurgulanır. Bu bazen bir eşya, bazen manevi bir değer olabilir. Defterdeki mısralarda ‘İyilik gömüsü’ ifadesi geçiyor, değil mi?”
“Evet,” diye cevapladı Ceylan.
“Bence bu, hem kalbi temiz olanın bulabileceği bir hazineyi, hem de belki nesiller boyu saklanmış bir emaneti anlatıyor. Net bir define demek zor ama ailevi bir sır olabilir. Benim tavsiyem, şu damgayı eski Türk kültürüne ait motiflerle karşılaştırmaya devam etmeniz. Bir de şehir dışında bir etnografya müzesi var. Orada Orta Asya’dan gelen çok eski mezar taşları, damgalar var. Belki orada bir eşleşme bulabilirsiniz.”
Hoca, yeni bir kapı aralamıştı: Etnografya Müzesi. Şehrin biraz dışında, geniş bir bahçe içinde kurulu bir müze… Çocuklar heyecanla, “Oraya nasıl gideriz? Haftaya sonu olabilir mi?” diye düşündüler. Aileleriyle konuştular, anneanneleri ve babaları, “Tabii ki yardım ederiz. Arabayla sizi götürebiliriz,” dediler. Bu maceranın iyice genişlemesine kimse engel olamazdı artık.
DOKUZUNCU BÖLÜM: ETNOGRAFYA MÜZESİNDEKİ BULUŞ
Hafta sonu sabah erkenden, Ceylan, Tunç, Duru, Murat ve hatta yeni arkadaşları Oğuz, aile büyüklerinin arabasına doluşup yola çıktılar. Etnografya Müzesi, şehrin epey dışında, dağlık bir bölgeye yakın konumdaydı. Yolda giderken, manzara değişmeye başladı: Beton binalar seyrekleşiyor, yerini ağaçlıklar, yeşil tepeler alıyordu. Hava mis gibiydi, kuşlar cıvıldıyor, hafif bir esinti saçlarını okşuyordu.
Müzenin kapısına vardıklarında, heyecanları had safhadaydı. İçeri girdiler, geniş avludan geçip taş eserlerin sergilendiği açık bölüme ulaştılar. Burada Orta Asya’dan getirilmiş balbal heykelleri, damgalar, kitabeler, kilimler ve hatta geleneksel çadır örnekleri sergileniyordu. Her taraf, geçmişin kokusuyla doluydu.
Bir görevliye durumu anlattılar. “Dede Korkut damgalarını arıyoruz,” dediler. Görevli gülümseyerek, “Gelmiş olduğunuz yer tam da doğru nokta olabilir. Şurada eski mezar taşları ve damgalar var. Buyurun bakın,” dedi. Çocuklar teker teker taşları incelediler. Bazılarında kurt başı, bazılarında koç boynuzu, bazılarında ok ve yay sembolleri vardı. Sonunda, büyük bir taşın üzerinde, neredeyse defterdeki şeklin tıpatıp aynısı olan bir damga gördüler.
Tunç, “İşte bu!” diye heyecanla bağırdı. Ceylan, telefonu çıkarıp fotoğrafını çekti. Üzerinde eski Türkçe yazılar da yer alıyordu. Duru bunları okumaya çalıştı: “(…) Oğuz’un soylu damgası (…), geleni koruyan, kalbi temiz olanın yolunu açan bir işaret (…) Dede Korkut’un desturuyla (…).” Yazılar biraz silikti, ama az çok mesaj anlaşılıyordu.
Müzedeki görevli, “Bu taşın tam olarak hangi döneme ait olduğu kesin bilinmiyor. Fakat rivayet o ki, Oğuz boyundan bir bilge, bu damgayı kazıyarak geleceğe mesaj bırakmış,” dedi. Çocuklar birbirlerine baktı. Defterdeki işaret, buradaki damga ile eşleşiyordu. Demek ki “iyilik gömüsü,” Oğuz boylarının kutsal emanetlerinden biri olabilirdi. Belki de bir geleneğin sembolik aktarıcısıydı.
Duru, “Yani gerçek bir hazine sandığı mı arıyoruz, yoksa manevi bir mirası mı?” diye sordu. Görevli omuz silkti, “Bu konuda kesin bir şey söyleyemem. Ama tahminim, Dede Korkut hikâyeleri manevi değeri ön plana çıkarır. Yine de belki ailenize ait bir eşya, sembolik bir hazine olabilir,” dedi.
Ceylan ve Tunç, anneannelerine baktılar. Anneanneleri gözleri dolu dolu, “Demek atalarımızdan bize gelen bu defterin, burada da bir yankısı varmış,” dedi. “Artık biliyoruz ki iz doğru. Geriye, son adımları atmak kalıyor.”
ONUNCU BÖLÜM: SIRRA ERENLER
Yorucu ama bilgi dolu bir gezinin ardından akşam eve döndüler. Tüm ipuçları masaya yatırıldı. Defterdeki şiirler, damgalar, sanat galerisindeki minyatür, Meşale Parkı’ndaki anıt ve kitabeler, Etnografya Müzesi’nde bulunan taş… Hepsi bir bütün oluşturuyordu. Belli ki Dede Korkut’un “iyilik gömüsü,” manevi bir öğretiyle ve belki de küçük bir maddi emanetle iç içe geçmişti.
Ceylan, “Şu mısraları tekrar okuyalım,” dedi:
“Evvel zamanın sırrı, bugünle birleşe
İyilik gömüsüne varana kadar peşinde koşar kişi
Korkut Ata’nın sözü ölmez, dilden dile yürür
Kalp saf kalırsa, hazine gönülde görünür.”
Murat, “’Kalp saf kalırsa, hazine gönülde görünür’ diyor. Bence bu, en önemli ipucu. Aslında aradığımız hazine, belki de tam olarak manevi,” dedi. Duru ise, “Ama yine de ‘Bugünle birleşe’ deniyor. Yani somut bir sonuç da olmalı,” diye ekledi.
Tam bu sırada, Tunç birden kafasını kaldırdı, “Arkadaşlar, defterin en arka sayfasını ayrıntılı inceledik mi?” diye sordu. Dede Korkut hikâyelerinde, çoğu zaman en sona önemli bir not eklenir, bu bazen can alıcı ipucu olurdu. Hemen defterin en arka sayfasını açtılar. Orada solgun bir yazı göze çarpıyordu: “Sandığı anahtarla değil, cesaret ve doğrulukla aç. Gönül kapısını araladığında, hazine kendiliğinden ortaya çıkacaktır.”
Herkes sessizliğe gömüldü. Duru, “Sandık mı? Hangi sandık?” diye hatırlattı. “Parktaki Kültürel Miras Evi’nde gördüğümüz kilitli sandık olabilir mi?” dedi Murat. Ceylan heyecanla başını salladı. “Evet, o olabilir! Ve o sandıkta gerçekten bir şey saklı olabilir.”
O zaman hepsinin gözleri parladı. Parktaki sandığa geri dönmek gerekecekti. Fakat kilitliydi, anahtar yoktu. “’Anahtarla değil, cesaret ve doğrulukla aç’ diyor. Bu nasıl olacak?” diye sordu Tunç. Anneanneleri ise bilgece gülümsedi, “Belki de oradaki görevlileri ikna etmek, doğru niyetle yaklaştığınızı anlatmak, sandığın içindekini insanlığın yararına açmak istediğinizi belirtmek gerekir. Bu da cesaret ve doğruluktur,” dedi.
Ertesi sabah soluğu Meşale Parkı’ndaki Kültürel Miras Evi’nde aldılar. Görevliye durumlarını anlattılar, aile yadigârı defteri, Dede Korkut’un mirası, semboller… Görevli önce inanmakta zorlandı ama sonra heyecanla müze müdürünü çağırdı. Uzun bir görüşme sonunda, çocukların samimiyeti ve getirdikleri belgelerle hikâye açığa kavuştu. “Bu sandık, gerçekten de eski bir aile sandığıymış. Emanet olarak burada tutulmuş. Madem ailenize ait, buyurun, birlikte açalım,” dediler.
Sandık, özel bir odada, müze müdürü, görevli, Ceylan, Tunç ve arkadaşlarının gözü önünde açılacaktı. Herkes nefesini tutmuş bekliyordu. Kilidi, müze müdürünün elindeki ustalıkla yapılmış bir maymuncuk yardımıyla açabildiler. Sandığın kapağı hafifçe gıcırdayarak açıldı ve içinden ufak bir bohça, birkaç sararmış kâğıt ve bir de ahşap bir kutu çıktı.
Bohçayı açtıklarında, Dede Korkut motifli bir el dokuması çıktı. Üstünde “Korkut Ata” nakışla işlenmişti. Sararmış kâğıtlar ise eski yazılar içeriyordu. Ahşap kutuyu açtıklarında da ufak bir gümüş yüzük ve bir mektup buldular. Mektupta şöyle yazıyordu:
“Biz ki Oğuz soyundan gelip bu topraklarda büyüdük. Dede Korkut’un sözleri bize daima yol gösterdi. İyilik gömüsü dediğimiz, aslında gönüllerde yaşayan bir rehber. Yine de, bu mirası bulacak olan evlatlarımıza küçük bir hatıra olsun diye bu yüzüğü bıraktık. Bu yüzük, ailenin kimliğini, temiz kalbini simgeleye. Onu takan, Dede Korkut’un öğretilerini hatırlasın, iyilikten ayrılmasın.
Kalbiniz temizse, en büyük hazine sizdedir. Unutmayın, gerçek define, erdemli insan olmaktır.”
Bunu okuyunca Ceylan ve Tunç’un gözleri doldu. Onca maceranın, zorluğun sonunda, “İyilik gömüsü”nün aslında kalpte yaşandığını, ama aynı zamanda bu somut emanetin de aileyi geçmişe bağlayan bir hatıra olduğunu anladılar. Duru, Murat ve Oğuz da hayranlıkla izliyordu. Çünkü bu sadece bir ailenin değil, ortak kültür mirasının da sırrıydı.
Müze müdürü, “Bu güzel aile hatırasını bulduğunuza sevindim,” dedi. “Şimdi isterseniz bu kutuyu alabilirsiniz, ama sandık bu müzede kalmalı. Çünkü halkın kültürel değerlerinin bir parçası,” dedi. Çocuklar bunu anlayışla karşıladılar. Gerçekten de sandık, herkese ait bir tarihin sembolüydü.
ON BİRİNCİ BÖLÜM: MASALIN SONU, DOSTLUĞUN BAŞLANGICI
Böylece, Dede Korkut’tan kalma söylencelerle dolu defterin sırrı aydınlanmış oldu. “İyilik gömüsü,” her şeyden önce bir insanın kalbindeki erdem, doğruluk, sevgi ve sabırdı. Buna ek olarak, aileye bırakılan yüzük ve el dokuması da somut birer hatıra olmuş, geçmişle bugün arasındaki bağı pekiştirmişti.
Ceylan ile Tunç, bu macerada dostluğun, paylaşımın ve yılmamanın değerini öğrenmiş oldular. Arkadaşları Duru, Murat ve yeni dostları Oğuz’un yardımını almadan bu yolu tamamlayamazlardı. Tıpkı Dede Korkut hikâyelerinde kahramanların yoldaşlarıyla birlikte yol alıp zorlukları yendikleri gibi…
O akşam, bütün aile ve arkadaşlar toplanıp ufak bir kutlama yaptılar. Anneanneleri sazını çıkardı, Dede Korkutvari bir hikâye anlattı: “Evvel zaman içinde, Ceylan ve Tunç adında iki kardeş vardı. Bu kardeşler, ataları Dede Korkut’un mirasını bulmak üzere yola koyuldular. Cesarete, iyiliğe ve dostluğa sarılarak, zorlu yolları aştılar, fırtınalı havalardan geçtiler, karanlıkta parlayan umutlarını kaybetmediler. Ve sonunda, hem kalplerindeki hem de atalarından gelen hazineyi buldular…”
O gece, gökyüzü yıldızlarla doluydu. Belki de Dede Korkut’un ruhu oralardan bir yerden gülümsüyor, “Ne mutlu bana ki sözlerim hâlâ gönüllerde yankılanıyor,” diyerek dua ediyordu. Ceylan ile Tunç, başlarını yıldızlara doğru kaldırıp içlerinden, “Teşekkür ederiz, Korkut Ata,” dediler. “Senin sözlerin, bize hep ışık oldu.” Yüreklerinde tarifsiz bir sevinç, ellerinde eski bir yüzük ve dokuma, dillerinde ise masal tadında bir hikâye vardı.
Ve böylece, Dede Korkut’un günümüze uzanan yeni zaman hikâyesi, asırlardır süren bir sözün, bir mirasın, modern şehirlerde bile nasıl canlı kalabildiğini gösterdi. Çünkü gerçek hazine, insanın iyi niyetinde, sımsıcak dostluklarında ve doğru yoldan ayrılmayan kalbinde saklıydı.
(Bu hikâye burada biter, ama Dede Korkut’un sözleri hep içimizde yaşar. Dilden dile, gönülden gönüle dolaşmaya devam eder. Yeter ki biz de iyilik gömüsünü hep arayalım ve onu kalplerimizde koruyalım.)
Bu metin kocamanbisite.com için özel olarak yazılmıştır. Ticari maksat taşıyan tüm diğer dijital ortamlar ve basılı mecralarda kullanımı, kopyası, atıfı yasaktır. Eğitim maksatlı kullanım için her bir hikayeye yönelik izin alınması zorunludur.