Bir zamanlar, biri Mısır ülkesinde bir diğeri İran ülkesinde yaşayan iki vezir varmış. Bu vezirler birbirleri ile çocukluktan arkadaşlarmış. Mısır’dakinin adı Şemseddin, İran’dakinin adı ise Nureddin imiş. İkisi de küçük birer çocuklarken birbirlerine eğer birinin oğlu, diğerinin de kızı olursa, yetişkinlik çağına geldiklerinde çocuklarını evlendireceklerine söz vermişler. Velhasıl ikisi de büyümüş ve evlilik çağına gelmişler. Evlenmeden evvel bir araya gelip gelecekte dünyaya gelecek çocukları hakkında konuşmaya karar vermişler. Şemseddin ile Nureddin bir gün Bağdat şehrinde gelecekte çocuklarını ne şekilde evlendireceklerini konuşmak üzere bir araya gelmişler. Nureddin, Şemseddin’e, o zamanın geleneklerinden biri olan günümüzde ne kadar yanlış bir gelenek olduğu bilinen ancak o zaman ne yazık ki uygulanmakta olan başlık parası meselesini sormuş. Demiş ki "Dostum, bu durumda, kızınla evlenmek için oğlumun ne kadar başlık parası gerektiğini düşünüyorsun?".
Şemseddin de, "Oğlundan kızımın başlık parası için üç bin altın dinar, üç meyve bahçesi ve Mısır'da en iyi durumda üç köy alırım. Doğrusu, kızımın değeri karşısında istediklerim pek o kadar fazla değil. Ve eğer, oğlun olan delikanlı, bu sözleşmeyi kabul etmek istemezse, aramızda hiçbir ilişki kurulamaz" demiş. Bu sözler üzerine Nureddin, "Bunu böyle düşünme! Gerçekte, oğlumdan istemeyi düşündüğün bu şeyler de nedir? Unutma ki biz, iki dostuz ve iki veziriz.
Böyle bir istemde bulunacağına, kızını oğluma armağan olarak sunmalısın, herhangi bir başlık istemeyi aklından geçirmeden... Sonra, bilmez misin ki, erkek, daima kızdan daha değerlidir! Oğlum da bir erkek olduğuna göre, başlık talep edeceğine, kızın çeyiz getirmelidir.
Şemseddin, bunu duyunca, "Görüyorum ki, sen gerçekte, oğlumun kızımdan daha soylu olduğunu düşünmektesin! Böyle ise, senin akıldan ve doğru düşünmeden ve de minnettarlıktan yana, tüm olarak nasipsiz olduğun anlaşılıyor. Ama, öyle olsun! Senin işine nasıl gelirse öyle konuş! Ama ben, sen böyle konuştuğun için, altınla tartsan bile, kızımı artık senin oğlunla evlendirmem!" demiş.
Bu sözler üzerine Nureddin çok kızmış ve "Ben de Öyle! Artık oğlumu senin kızınla evlendirmek istemiyorum!" diye haykırmış. Şemseddin, "Evet! Bu iş burada biter!” demiş. Bunun üzerine Nureddin, olan bitenden son derece üzgün, uzaklaşmış; tüm üzgün düşüncelerini de uyutmak üzere, tek başına uyumaya gitmiş. Ertesi sabah Şemseddin Bağdat’tan ayrılmış. Nureddin'e gelince, dostu ile yaptığı tartışmadan dolayı çok kötü bir ruh halinde o geceyi geçirdikten sonra; ertesi sabah erkenden uyanmış, abdest alıp sabah namazını kıldıktan sonra dolabına yönelmiş. Oradan kendisi hakkında kardeşinin aşağılayıcı sözlerini ve maruz kalıcılığı hakareti aklından hiç çıkarmayarak, altın dolu bir heybe almış.
Adamlarından birine, alaca renkli, iri ve iyi yol alan bir katırı koşuma hazırlamasını emretmiş. Köle, katırların en güzelini seçerek, İsfahan kadifesinden eyer altlığını serip, altın telli nakışla süslü eyeri, Hint işi üzengileri takarak, hayvanı öyle bir hazırlamış ki, evlenmek üzere iyice süslenmiş bir yeni gelin görünümü almış. Nureddin ayrıca bunların üzerine büyükçe bir ipek halı, bir de namazlık halı konmasını emretmiş ve bütün bunlar yerine getirilince, heybeyi altın ve mücevherle doldurup küçük ile büyüğü arasına sıkıştırmış.
Bunlar yapılınca, köle çocuğa ve diğer tüm kölelere, "Kentin ötesinde Kalyubiyye' yöresinde bir geziye çıkıyorum; orada üç gece kalacağım çünkü göğsümde bir daralma duyuyorum orada açık havayı soluyarak biraz ferahlamak istiyorum ama beni kimsenin izlemesini istemiyorum!" demiş. İlkinde bulunduktan sonra, katıra binmiş ve aceleyle oradan uzaklaşmış. Bir kez Kahire'den çıkınca, öğleye kadar rahat bir yolculukla Belbeyyis'e ulaşmış ve orada durmuş; katırı dinlendirmek kadar, kendisi de dinlenmek üzere orada hayvandan inmiş; biraz yemek yemiş ve yeniden yola koyulmuş. İki gün sonra, tam öğle vakti, cins katın sayesinde, Kutsal Kent Kudüs'e ulaşmış. Orada katırdan inmiş, dinlenmiş, katırı da dinlendirmiş.
Azık torbasından yiyecek bir şeyler çıkarıp yemiş. Bu iş bitince, torbasını başının altına koyup yere büyük ipek halısını sererek yatıp uyumuş; boyuna, dostunun kendisine reva gördüğü davranışa kızıp durarak... Ertesi gün, şafak vakti, yeniden eyer kurulmuş, bu kez güzel bir gidişle Halep kentine gelinceye kadar yol almış. Orada kentin bir hanında mekân tutmuş; sükûnetle kendisini ve katırını dinlendirmek için üç gün kalmış. Halep'in güzel havasını iyice soluduktan sonra, yola koyulmayı düşlemiş. Bu maksatla, çocukluğundan beri çok sevdiği Halep'te en iyi şekilde yapılan şekere bulanmış fıstık ve bademle doldurulmuş o güzel hamur işi tatlılardan satın aldıktan sonra, katırına binip yola çıkmış. Ve katırını bildiği gibi yol alması için özgür bırakmış. Çünkü bir kez Halep'e geldikten sonra, artık nereye gideceğini bilmiyormuş.
Böylece gece gündüz yol alıp bir akşam güneşin battığı sırada Basra kentine gelmiş; fakat Basra'ya geldiğinin farkında bile değilmiş. Bir hana gelip soruşturduktan sonra, buranın Basra olduğunu öğrenmiş. Bunun üzerine katırdan inmiş; üzerindeki halıları, yiyecekleri ve heybeyi almış ve hanın kapıcısından, hemen dinlenmeye geçip soğuk almasın diye katırı biraz gezdirmesini istemiş. Nureddin'in kendisine gelince, halısını sermiş ve dinlenmek üzere handa oturmuş. Hanın kapıcısı, dizgininden tutup katırı alıp yürütmüş. Rastlantı bu ya! Tam o sırada Basra veziri de sarayının penceresinde oturmuş, sokağa bakıp duruyormuş. Güzel katırı ve büyük değer taşı yan koşumlarını görmüş. Bu katırın kesinlikle yabancı vezirlerden birine, hatta belki de emirlerden bir emire ait olması gerektiğini düşünmüş.
Hayvana bakarken büyük bir şaşkınlığa kapılmış sonra genç kölelerinden birine kapıcı ile katırı kendisine getirmesi emrini vermiş. Delikanlı koşup bulduğu kapıcıyı vezirin huzuruna getirmiş. Bunun üzerine kapıcı ilerleyip çok yaşlı ve çok saygın bir ihtiyar olan vezirin ayakları arasındaki toprağı öpmüş. Vezir, kapıcıya, Bu katırın sahibi kimdir?" diye sormuş. Kapıcı da göstermiş. Veziri görünce, Nureddin ayağa kalkmış ve onu karşılamak üzere yanına koşmuş ve attan inmesine yardım etmiş. Bunun üzerine vezir ona adet olduğu üzere selam vermiş ve Nureddin bu selamı yürekten bir ilgiyle alıp iade etmiş. Yaşlı vezir genç Nureddin’in huyunu suyunu pek beğenmiş ve onu kızı ile evlendirmek istemiş. Nureddin de bu alim vezirin kızı ile evlenmeyi kabul etmiş. Şemseddin de bu arada Basralı bir tacirin kızı ile nişanlanmış. Tanrı’nın işi, bu iki kardeşin evlilikleri de aynı güne denk gelmiş. İşin daha da garibi, Nureddin ile Şemseddin’in çocukları da aynı anda doğmuş. Şemseddin’in güzeller güzeli bir kızı, Nureddin’in ise güzeller güzeli bir oğlu olmuş.
Nureddin oğluna Hasan Bedreddin adını koymuş. Hasan, annesi ve babası ile mutlu mutlu yaşamaktaymış. Annesi, o kadar yetenekliymiş ki çok güzel tatlılar yaparmış. Bu yeteneği ve ilgisi Hasan Bedreddin’e de geçmiş. Hasan, annesinden tatlı yapımının bütün inceliklerini birer birer öğrenmiş. Vezir olan babasından da vezirlik bilgisini öğrenmiş. Vezir oğlu olduğu için kendisinden de vezir olması beklenen Hasan’ın tatlı yapımını bilmesinin ona bir şey kazandırmayacağını, işine yaramayacağını söyleseler de dünyanın bütün tatlılarını öğrenmeye kararlı imiş. Aradan yıllar geçmiş, Hasan büyümüş ve genç bir erkek olarak evlenme çağına girmiş. Bu sıralarda da Nureddin ağır bir hastalığa yakalanmış ve ölüm döşeğine yatmış. Bunun üzerine Hasan Bedreddin’i yanına çağırarak ona başından geçenleri tek tek yazmasını istediğini söylemiş. Bağdat’tan Şemseddin’in yanından ayrılmasından itibaren başından geçenleri bir bir anlatmış ve oğlu da kaleme almış. Nureddin en sonunda ağır hastalığa dayanamayıp ruhunu teslim etmiş.
Nureddin’in ölümünün acısına dayanamayan eşi de onun ölümünden hemen sonra hayatını kaybetmiş. Hasan Bedreddin kısa zaman aralığı ile hem annesinin hem babasının kaybından öyle derin bir üzüntü duymuş ki her şeyini bırakarak yollara düşmüş. Az gitmiş uz gitmiş dere tepe düz gitmiş altı ay bir güz gitmiş ve en sonunda bir diyarda durmaya karar vermiş. Burada kendi halinde dolanırken güzeller güzeli bir kızın üzgün üzgün bir ağacın dibinde oturduğunu görmüş. Kıza gidip derdini sormuş ve kız da ona deva bulunmaz bir hastalığı olduğunu yeni öğrendiğini söylemiş. Bu kız bu ülkenin vezirinin kızıymış ve hastalığın ona gelmesine sebep olan babasının bir düşmanı imiş. Düşmanı kötü kalpli büyücü kızın iyileşmesinin tek yolunun dünyanın en iyi nar tatlısını yemesi olduğunu söylemiş. Tüm ülkenin en iyi aşçılarının yaptığı nar tatlılarından yemiş ama büyü bir türlü bozulmamış. Babası da ülkedeki tüm aşçıları öfkelenip öldürmüş. Geriye bir tane bile aşçı kalmamış. Meğer Hasan Bedreddin annesinden nar tatlısının en güzelini yapmayı öğrenmiş.
Kızın hayatını kurtarabileceğine inanan Hasan Bedreddin, eğer büyü kalkmazsa idam edileceğini bildiği halde vezirin karşısına çıkmak üzere saraya gitmiş. Hemen onu mutfağa almışlar. Hasan Bedreddin en güzel kaselerden birini almış; onu nar tanesi, şeker ve soyulmuş bademle doldurmuş ve üzerlerine yeterince nefis kokular serpmiş; sonra da işlemeli ve kabartmalı bakır tepsilerinden en gösterişlisini seçerek kaseyi bununla sunmuş. Ve kızın bu tatlıyı memnunluk işaretleri yaparak yediğini görünce ruhu okşanmış ve çok memnun olmuş ve ona, "Gerçekten, benim için ne büyük şeref! Ve de ne bahtlı bir gün! Hoş olsun, afiyet olsun!" demiş. Aynı zamanda kızın güzelliğine ve zarifliğine de oracıkta aşık olmuş. Vezir gözlerini dikmiş kızının üzerindeki büyünün kalkıp kalkmayacağını beklemekteymiş. Bunun üzerine kızın üzerinden aniden bir siyah bulut havalanıp göğe karışmış. Orada bulunan diğer büyücüler sevinç içinde vezire büyünün kalktığının haberini vermişler. Vezir bu duruma çok sevinerek Hasan için kocaman bir sofra donatmış ve onu tanımak istemiş.
Hasan’ın bilgisini ve görgüsünü çok beğenen vezir onun da bir vezir oğlu olduğunu öğrendiğinde Hasan’ı kızı ile evlendireceğine yemin etmiş. Kız da Hasan da bu duruma çok sevinmişler. Hasan, babasının hayatını merak eden vezire, Nureddin’in ölmeden önce ona yazdırdıklarını sunmuş. Bu sözlerin tamamını okuyan vezir gözyaşlarını tutamamış. Çünkü burada anlatılanlarda kendi ismi de varmış. Bu ülkenin vezirinin Şemseddin olduğunu öğrenen Hasan, babasının karşılıklı gurur meselesinden küstüğü dostu olmasına pek şaşırmış. Şemseddin de bunun üstüne Hasan ile kızının evlenmesinin Nureddin’in de en büyük isteklerinden olduğunu ama henüz küçük yaşta iken birbirleri ile böyle saçma bir atışmaya girdiklerini ona anlatmış. Hasan, babasının bu evliliği ne kadar istediğini ve Şemseddin’i hiç unutmadığını zaten çok iyi bilmekte imiş. En sonunda kız ile Hasan evlenmişler ve muratlarına ermişler. Bir erkek çocukları olmuş ve adını da Nureddin koymuşlar. Sonsuza dek mutlu mutlu yaşamışlar.
Bu metin kocamanbisite.com için özel olarak yazılmıştır. Ticari maksat taşıyan tüm diğer dijital ortamlar ve basılı mecralarda kullanımı, kopyası, atıfı yasaktır. Eğitim maksatlı kullanım için her bir içeriğe yönelik izin alınması zorunludur. İzinsiz kopyalamanın tespiti durumunda uyarı verilmeksizin hukuki yollara başvurulacaktır.