Bir varmış bir yokmuş… Evvel zaman içinde, içinde değil dışında. Kalbur saman içinde, saman duman içinde. Zamanın birinde, ünlü Bağdat şehrinde bir kalender yaşarmış. Ona İkinci Kalender derlermiş. Çünkü üç kalender arkadaş birlikte gezerlermiş. Şimdi bu arkadaşlardan ikincisi size hikayesini anlatacak. Haydi dinleyelim bakalım, neler neler anlatacak:
Ben İkinci Kalender, iki gözüm kördür ancak kör olarak doğmadım. Şimdi sizlere anlatacağım hayat hikayem öyle ilginçtir ki dinleyen herkese ders olur. Ben bir şahın oğluyum. Şah oğlu şahım yani aslına bakarsanız. Cahil değilim; bilmediğim lisan, okumadığım kitap yoktur. Kendimi bilime verdim ve bu alanda çağdaşlarımın hepsini geçtim.
Adım birçok yerlerde saygı ile anıldı, hükümdarlar beni ülkelerine şan vermem için çağırdı. O günlerden birinde Hint hükümdarı da şanımı duymuş, babama ulaşıp beni yanına göndermesini rica etmiş. Bir sürü hediyeler ve şahlara yaraşır armağanlar göndermiş. Babam da gördüğüm saygıyı görünce buna rıza göstermiş ve hediyelerle dolu bir gemi ile beni Hint hükümdarının yanına göndermişti. Tam bir ay sürdü denizleri aşmamız ve en sonunda vardık Hint ülkesine. Hediyelerimizi yükleyip, hükümdarın sarayına doğru koyulduk yola.
Tam yeni yola çıkmıştık ki bir toz bulutu bize doğru yaklaştı. Yeri ve göğü örttü, bir saat durdu sonra dağıldı. Toz bulutunun içinden kırk atlı belirdi. İyice yaklaşımca bunların çöllerde yaşayan yol kesici haydutlar olduğunu fark ettik. Onlar da bizi fark ettiler, ardımıza düştüler. Onlara işaretle Hint hükümdarına geldiğimizi, yanımızdaki hediyelerin de ona ait olduğunu anlatmaya çalıştık ancak bizi dinlemediler. “Biz ona bağlı değiliz, istediğimiz ne ise onu yaparız” dediler. Tüm servetimizi aldılar, bir de beni yaraladılar. Yardımcılarım bir yana kaçtı, ben bir yana kaçtım. Nereye gittiğimi bilmez halde hızla uzaklaştım. En sonunda bir mağara bulup dinlenmek için uzandım.
Sabah olunca mağaradan çıktım yürüdüm, yürüdüm ve çok zengin olduğu belli olan bir şehre ulaştım. Nereye gideceğimi bilmez halde dolanırken bir terzi dükkanı gördüm ve girip selam verdim. Şansıma iyi niyetli biri idi ve bana neden şehrimi terk ettiğimi sordu. Anlattıklarımı üzülerek dinledi ve bana kimseye öykümü anlatmamamı söyledi. Meğer bu kentin hükümdarı babamın en büyük düşmanıymış ona karşı eski bir intikamı varmış. Ben, davet etti ve terzinin evinde üç gün misafir kaldım.
Bana mesleğimi sorduğunda; hukuku, bilimi, matematiği, edebiyatı bildiğimi anlattım. Bana, "Dostum, bütün bunlar bir meslek oluşturmaz" dedi. Beni üzgün görerek, "Ya da belki bir meslektir ama, bizim kentin piyasasında hiç geçerliği yoktur. Burada, bizim kentte, hiç kimse inceleme, yazma, okuma ve hesap yapma nedir bilmez. Sadece yaşamım kazanmaya bakar." Bunu duyunca, çok pişman oldum ve ona, "Gerçekten, vallahi, sana anlattıklarımdan başka yapacak hiçbir şey bilmiyorum" diye tekrarlamaktan başka bir şey söyleyemedim. "Öyleyse, çocuğum, kendini toparla! Bir balta ile bir urgan al! Allah sana daha iyi bir baht hazırlayasıya kadar ormana gidip ağaç keserek geçimini sağla!" dedi.
Bu sözler üzerine, gidip bana bir balta ve bir urgan satın aldı; ve beni, onlara emanet ederken iyi tanıtmaya gayret göstererek öteki oduncularla ormana odun kesmeye yolladı. Bunun üzerine oduncular ile yola koyularak ormana vardım. Kestiğim odunları omzuma vurdum; onları kente götürerek yarım dinara sattım. Biraz para harcayarak yiyecek satın aldım, paranın geri kalanını özenle sakladım. Böylece bir yıl boyunca çalışmayı sürdürdüm; ve her gün dostum terziyi dükkânında ziyarete gittim.
Bir gün ormana gidip işlerimi hallettikten sonra kuru bir ağaç bulup dibindeki toprağı eşelemeye koyuldum. Kazdığım yerde karşıma bakırdan halkası olan bir kapak çıktı. Kapağı kaldırdım. Altında, bir merdivenin uzandığını gördüm Merdivenin dibine kadar indim. Orada bir kapı buldum. Kapıdan girdim ve kendimi göz kamaştıran ve güzel inşa edilmiş bir sarayın salonunda buldum. İçerde en güzel çiçeklere denk güzellikte bir kız vardı.
Öyle güzeldi ki, onu görür görmez yüreğimin tüm kaygısı, tüm hüznü ve tüm felaketi silindi. Kız beni görünce ne olduğunu şaşırdı. “Sen de kimsin?” diye sordu. Kendimi tanıttım ve burayı nasıl bulduğumu anlattım. Yirmi yıldır insan yüzü görmediğini söyledi. Ona hikayemi anlattım ve dinleyince benim çektiğim acılara dayanamayıp ağladı. Sonra o da bana kendi hikayesini anlattı. Meğer bu güzel kız Abanos Adası’nın hakimi Şah Aknamus’un kızıymış. Onu buraya kaçırıp hapseden de İblis’in oğlu Cerceris adlı bir yaratıkmış. Babası ile düşmanlığı olan Cerceris henüz küçük bir kızken onu kaçırıp buraya kilitlemiş. Esirine eziyet etmemiş ancak gün yüzü görmesine de izin vermemiş.
Diğer insanlar ile konuşması, buradan ayrılması yasakmış. Cerceris, buraya tatlılar, giysiler, değerli kumaşlar, mobilyalar, yiyecekler ve içecekler taşımış. O zamandan bu yana, her on günde bir gelip kızı kontrol edip gidermiş. Bu on gün içinde, kız kendisinden herhangi bir şey isteyecek olursa, gece olsun gündüz olsun, salonun kubbesi altındaki tablette yazılı olan iki satıra el değdirdiğinde hemen karşısında belirirmiş. Bu kez, onun ayrılmasından buyana dört gün geçmiş.
Daha altı gün burada olmayacağını söyledi. Sonra da bana sordu “Acaba sen burada benimle beş gün kalabilir misin? Böylece onun gelişinden bir gün önce buradan ayrılmış olursun!" diye sözünü bitirdi. Kendisine, "Kuşkusuz! Bunu yapabilirim" diye yanıt verdim.
Bunu duyunca çok sevindi; ayağa kalktı, elimi tuttu, kemerli bir kapıdan geçirdi. Bana içmek için miskle karılmış şerbet sundu ye önüme pastalar koydu. 20 yıldır insan görmemenin verdiği neşeile benimle mutlu mutlu sohbet etti ve ben de gerçekten, hemen tüm dertlerimi unutmuş gibiydim. Çok yorulmuştum, en sonunda olduğum yerde uyuyakalmışım.
Uyamnca onu yanımda oturur buldum. Allah'a tüm iyiliklerini ona bağışlaması için dualar ettim; sonra oturup bir saat kadar konuştuk. Dedi ki, "Vallahi! Önceleri, bu yeraltı sarayında tek başıma, hüzünle yaşıyordum ve göğsüm daralıyordu. Çünkü konuşacak kimse bulamıyordum ve bu, yirmi yıl sürdü. Ama Allah'a şükürler olsun ki, seni bana yollamakla yüceliğini gösterdi." ona, "İster misin, seni yeryüzüne çıkarayım ve seni bu canavardan kurtarayım?" diye sordum. Bunu duyunca, böyle bir şeye imkan olmadığını, onun esiri olduğu ve ondan kaçamayacağımızı çok kuvvetli olduğunu söyledi. Bir yolunu bulmak için çok düşünmemiz gerektiğini, ani kararlar vermememiz gerektiğini anlattı.
Bense bu sözlere öfkelenmiştim. Gururuma engel olamadım ve kendimi tutamadım. "Asla! Şimdi duvarında gizemli yazıt bulunan bu kubbeyi derhal yıkacağım. Bırak canavar gelsin, onu da mahvedeceğim! Zaten çoktandır yerin üstündeki, yerin altındaki tüm canavarları yakalayarak öldürmek benim en eğlenceli oyunum olmuştur" dedim.
Ani bir öfkeyle kalktım ve kubbeye şiddetli bir tekme indirdim. Ben kubbeye bu şiddetli tekmeyi indirince, kadın bana, "İşte Cerceris! Bize ulaştı. Sana daha önce söylememiş miydim? Ben mahvoldum! Bari sen kaç kurtul! Geldiğin yerden çık, git!" dedi. Bunun üzerine merdivene doğru atıldım. Ama, ne yazık ki korkunun şiddetinden aşağıda sandallarımı ve baltamı unuttum. Böylece, merdivende henüz birkaç basamak çıkmışken, sandalıma ve baltama bir göz atmak için dönüp geriye son bir kez bakınca, yerin yarıldığını ve oradan korkunç bir canavarın çıktığım ve kadına, "Bütün bu şiddetin anlamı ne? Başına bir felaket mi geldi?" diye sorduğunu duydum.
Genç kadın ona yanlışlıkla çarptığını söylüyordu ki Cerceris benim baltamı ve sandallarımı gördü. Öyle bir hiddetlendi ki altımdaki yer titredi. O sırada olanca gücümle kaçıp oradan çıktım ve kapağı yeniden kapatarak üstüne toprakla kapladım. Günler günleri kovaladı oradaki güzeller güzeli kızı ve canavarın ona yaptığı eziyetleri düşünmeden bir günüm bile geçmedi. Terzi arkadaşımın dükkanında otururken birinin beni elinde sandallarım ve baltamla dışarda beklediğini söylediler.
Cerceris’in beni bulduğunu biliyordum ve yine o kadar korkmuştum ki kaçmaya teşebbüs dahi edemedim bu kez. Canavar beni dükkanın içinde yakaladı. Bir kolumdan tutup önce gök yüzünün en tepesine uçurdu sonra yerin dibine indirdi. Kendimi yine o yeraltı sarayında bulmuştum. Ama bu sefer her şey çok kötü bir haldeydi. Bana buraya gelenin ben olduğumu bildiğini söyledi ama genç kadın orada gözlerimin içine yalvarır gibi bakarak asla söyleme der gibi işaretler yapıyordu.
Baltamı ve sandallarımı kaybettiğimi, onları buraya getirenin ben olmadığımı söyledim. Genç kadın da nereden geldiklerini anlamadığını söylüyordu. Cerceris bize inanmıyordu ama sözlerimizin aksini de ispat edemiyordu. Genç kadına ben gittikten sonra türlü türlü işkenceler yapmış, yine de ben olduğumu söyletememişti.
Bunun üstüne bizi öldürmek yerine başka bir ceza vermeye karar verdi. Ben baltama ve sandallarıma sahip olamamıştım ve onu zor durumda bırakmıştım, genç kadın ise yeraltı sarayına sahip olamamıştı ve girene çıkana dikkat etmemişti. Canavar bize yalanımızın bedelini ödetecek başka bir ceza düşünmekteydi. Sonra kadını bir kuşa çevirdi ve “ Burada sana istediğin her şeyi verdim ama sen bana ihanet ettin. Git dışarda vahşi hayvanlara yem ol” dedi. Sarayı yerle bir etti ve beni alıp bir dağın tepesine çıkardı. Beni de oracıkta bir maymuna çevirdi ve halime gülüp ortalıktan yok oldu. Bir başıma kalmıştım. Maymun halimle ne yaparım diye düşünüyor bir yandan hopluyor zıplıyordum.
e
Bu metin kocamanbisite.com için özel olarak yazılmıştır. Ticari maksat taşıyan tüm diğer dijital ortamlar ve basılı mecralarda kullanımı, kopyası, atıfı yasaktır. Eğitim maksatlı kullanım için her bir içeriğe yönelik izin alınması zorunludur. İzinsiz kopyalamanın tespiti durumunda uyarı verilmeksizin hukuki yollara başvurulacaktır.