Bir zamanlar, dağların eteklerine kurulmuş, dört bir yanı yemyeşil ormanlarla çevrili bir krallık varmış. Bu krallıkta, güzelliği ve saflığıyla tüm halkın sevgisini kazanan Pamuk Prenses adında genç bir kız yaşarmış. Ancak Pamuk Prenses’in güzelliğinden daha değerli bir özelliği varmış: merhameti. Krallıktaki zengin ya da fakir, genç ya da yaşlı demeden herkesin derdiyle ilgilenir, onlara yardım etmek için elinden geleni yaparmış. Fakat bu iyilik dolu hayat, üvey annesi Kraliçe Morgana’nın kıskançlığı yüzünden sürekli tehdit altındaymış.
Morgana, sadece güzelliğiyle değil, krallık üzerindeki gücüyle de tanınmak istermiş. Bir gün, sihirli aynasına bakarak şöyle demiş:
“Ey ayna, ey ayna! Söyle bana, bu toprakların en güzeli kim?”
Ayna, her zamanki gibi Pamuk Prenses’in adını söylemiş. Morgana’nın kıskançlığı öfkeye dönüşmüş. Ama bu defa, öfkesini sıradan bir suikastle değil, çok daha karmaşık ve tehlikeli bir planla ortaya koymaya karar vermiş.
Bir sabah, Pamuk Prenses, odasının penceresinde oturmuş kitap okuyordu. Kapısı nazikçe çalındı ve hizmetçilerden biri, üzerinde hiçbir imza olmayan bir mektup uzattı. Mektupta şu yazıyordu:
“Pamuk Prenses, krallığının sınırlarında, derinlerde gizli bir sır yatıyor. Kristal Ormanı’nın içinde bir mucize saklı. Bu mucize, seni ve krallığını tehdit eden tehlikeyi yok edebilir. Ancak bu sırrı çözebilecek tek kişi sensin.”
Pamuk Prenses, bu sözleri okur okumaz meraklandı. Kristal Ormanı, krallığın en tehlikeli yerlerinden biriydi. Oraya gitmek yasaktı, çünkü orman, büyülerle doluydu ve kimse geri dönemezdi. Ama mektuptaki sözler, içinde büyük bir sorumluluk hissi uyandırdı. Eğer krallığını koruyacak bir sır varsa, bunu öğrenmek zorundaydı.
Hazırlıklarını yaptı, yanına yalnızca bir harita, bir çakı ve birkaç parça yiyecek aldı. Gece yarısı, sessizce saraydan ayrıldı ve Kristal Ormanı’na doğru yola koyuldu.
Ormana vardığında, her şey farklı görünüyordu. Ağaçların yaprakları gümüş gibi parlıyordu, dallardan sarkan ışıklar geceyi aydınlatıyordu. Ancak ormanın derinliklerine doğru ilerledikçe, yollar karışmaya ve karanlık yoğunlaşmaya başladı.
Pamuk Prenses, bir süre sonra yorgun düşüp mola verdi. O sırada, garip bir cıvıltı duydu. Sesin geldiği yöne baktığında, konuşan bir kuş gördü. Kuş, altın sarısı tüyleriyle dikkat çekiyordu ve tıpkı bir insan gibi konuşuyordu:
“Pamuk Prenses, burada ne arıyorsun?”
Pamuk Prenses, kuşa mektubu ve amacını anlattı. Kuş, hafifçe güldü ve dedi ki:
“Buraya giren herkes bir sınavdan geçmek zorundadır. Eğer Kristal Ormanı’nın sırrını bulmak istiyorsan, cesaretini, zekanı ve kalbindeki iyiliği göstermelisin.”
Kuş, Pamuk Prenses’e yol gösterdi. Ancak onu uyararak dedi ki:
“Ormanın en derinindeki Gölge Gölü’ne ulaşmalısın. Ancak oraya varmadan önce, büyülü varlıklarla karşılaşacak ve onların sorularını yanıtlamak zorunda kalacaksın. Yanıtlar doğru olmazsa, yolun sonsuza dek kapanır.”
Pamuk Prenses, cesaretle yoluna devam etti. İlk olarak bir taş koridorla karşılaştı. Koridorun başında bir dev duruyordu. Dev, Pamuk Prenses’i görünce kükredi:
“Kimse bu koridoru geçemez! Ancak bana şu bilmeceyi çözebilirsen, yolunu açarım:
‘Ne canlıdır, ne de cansız.
Ne yerde bulunur, ne de gökte asılıdır.
Yine de her zaman aramızdadır.’”
Pamuk Prenses, bir süre düşündü. Sonra gözleri parladı ve dedi ki:
“Gölge! Gölge her zaman bizimledir, ama ne canlıdır ne de cansızdır.”
Dev, gülümseyerek yolunu açtı ve Pamuk Prenses’e cesaretini övdü.
Bir sonraki engel, sihirli bir bahçe oldu. Bahçede, konuşan çiçekler vardı. Çiçekler, Pamuk Prenses’e kendi güzelliğini övmeye çalıştı ve “Sen bizim kadar güzelsin. Burada kal, bu bahçenin kraliçesi ol!” dedi. Ama Pamuk Prenses, görevini hatırladı ve çiçeklere şöyle dedi:
“Güzellik, içerideki iyilik olmadan hiçbir şey ifade etmez. Benim görevim, krallığımı korumak ve bu yüzden kalamam.”
Çiçekler, bu yanıt üzerine yolunu açtı.
Sonunda Pamuk Prenses, Gölge Gölü’ne ulaştı. Gölün yüzeyi siyah bir aynayı andırıyordu. Suyun üzerinde bir sandık duruyordu. Ancak sandığa ulaşmak için, gölün ortasına doğru yürümesi gerekiyordu. Bu sırada, gölden bir ses duyuldu:
“Cesaretini göster ve gerçeklerle yüzleş. Ancak korkularına yenilirsen, burada kaybolursun.”
Pamuk Prenses, tereddüt etmeden suyun üzerinde yürümeye başladı. Her adımı, sanki taş bir köprüye basıyormuş gibi sağlam hissettiriyordu. Sandığa ulaştığında, kapağı açtı ve içinde parlayan bir kristal buldu. Kristalin üzerinde şu yazıyordu:
“Kendi yüreğindeki ışık, en büyük mucizedir.”
Pamuk Prenses, bu sözlerin anlamını hemen kavradı. Kendini ne kadar cesur ve iyilik dolu tutarsa, krallığını o kadar güçlü kılabileceğini anladı. Gerçek mucize, dışarıdaki büyülerde değil, insanın kendi kalbindeydi.
Pamuk Prenses, kristali alıp saraya geri döndü. Yolculuk boyunca öğrendiklerini derinlemesine düşündü. Krallığa ulaştığında, Kristal Ormanı’nın gizemli gücünü artık anlamıştı. Kraliçe Morgana, Pamuk Prenses’in geri döndüğünü duyunca hayrete düşmüştü.
Pamuk Prenses, kristali halkına göstererek şöyle dedi:
“Bu kristal, sadece bir nesne değil. Hepimizin içinde saklı olan gücün bir yansımasıdır. İyilikle dolu bir kalp ve cesur bir ruh, dünyadaki her türlü kötülüğü yenebilir.”
Kraliçe Morgana, bu sözlerden etkilenmiş ve kıskançlığının anlamsız olduğunu fark etmişti. Sihirli aynası bir daha onu kandıramadı, çünkü Morgana da kalbindeki ışığı bulmaya karar verdi.
Pamuk Prenses, bu deneyimden sonra krallığını sevgi ve bilgelikle yönetmeye devam etti. Kristal, sarayın en yüksek kulesinde saklandı ve halkına hep şu mesajı hatırlattı:
“Gerçek güç, kalbinizdeki iyiliktedir. Bunu kaybetmediğiniz sürece hiçbir karanlık sizi yenemez.”
Ve böylece, krallık barış ve mutluluk içinde yaşamaya devam etti.
Bu metin kocamanbisite.com için özel olarak yazılmıştır. Ticari maksat taşıyan tüm diğer dijital ortamlar ve basılı mecralarda kullanımı, kopyası, atıfı yasaktır. Eğitim maksatlı kullanım için her bir içeriğe yönelik izin alınması zorunludur. İzinsiz kopyalamanın tespiti durumunda uyarı verilmeksizin hukuki yollara başvurulacaktır.